31 Ocak 2010 Pazar

Derinlik ve yunus


Deniz kıyısındayım. Ayaklarıma dalgalar vuruyor şıpır şıpır. Bir yunus burnunu gösteriveriyor ötelerden. -Biraz daha derine gelsene diyor. - Korkarım diyorum, ya boğulursam. - Korkma, bir şey olmaz diyor. İnsan kendi derinliğinden boğulmaz, olsa olsa sığlığından boğulur.

27 Ocak 2010 Çarşamba

NEDEN?


Bazen biri, bize kırgın gözükür... Kalbini kazanmak isteriz yeniden. Aslında suçlu olduğumuza çok da inanmıyoruzdur belki. Biz alttan aldıkça, "kırgın" daha da üstümüze çıkar. İyice haklılığına inanır. Neden insanlar haklı olmaya bu kadar takılır, mutsuz olmak pahasına? Neden karşısındakini ezmek ister duygusal hezeyanlarıyla? Neden güldürmeye çalışırken daha da somurtur yüz? Neden eline uzandığında daha da ağırdan satar kendini? Soğuk, nötr ve bir heykel gibi mi durmak gerekir biri kırıldığında? Yoksa ayna olup karşındakine kırgın rolü oynamak mı bu kez?

foto: milliyet

26 Ocak 2010 Salı

KAĞIT KESİĞİ


Eşzamanlılık mı bunun adı bilemiyorum...
Bir düşünce düştüğünde içine, o düşüncenin gölgeleri dört bir yönden çıkıyor sokaklarına.
Bir çığlık atmışsın da çağırmışsın gibi... Önce gökyüzüne doğru yükseliyor, sonra küçücük yağmur taneleri gibi üzerine yağıyor. Günlerdir fotoğraf çekme konusu çağıldıyor içimde.
Keşke zamanında, daha boş vakitlerim varken gitseydim bir kursa, şu işi derinlemesine öğrenebilseydim diye bir düşünce... Uğrayıp duruyor, beynimin misafir odasına.
Dört taraftan cevaplar, niyetler, davetler, seminerler, fikirler gelmeye başladı yamacıma...

Ve kağıt kesiği... Günlerdir bu blogda yazmayı düşündüğüm yazının başlığı. Kafamda yazıyorum günlerdir... Nasıl da acı verdiğini... Bıçak yarası gibi hayati değil... Ama sızlatıcı, yıkandıkça yakıcı... Genelde yakınlardan gelir, uzaklardan değil. Beklenen değil, hiç beklenmeyen. Hani arkadaştan gelen, düşmanınkinden daha çok acıtıyor ya...
Derken, ince ince yazarken kafamda, izlediğim bir blogda rastladım kağıt kesiğinin ne kadar acıttığına... Fiziksel olandan bahsetmişti gerçi... Ama kağıt kesiğiydi işte.

Bu yazının orta yerinde, tam da burasında bir arkadaşımla konuştum.
Çok da sıkı fıkı görüşemeyiz her zaman... Öylesine havadan sudan gibi birkaç belirtiden bahsetti, çok tanıdık geldi bana... Sakın ha, sen..... olmayasın? dedim.
Birkaç soru sordum. Birden bir ampul yandı sanki kafasının üstünde.
Hemen kontrol edeceğim dedi. Konuşmamızın asıl nedeni, bu ampulü yakmak için miydi acaba?
Hiçbir şey tesadüf değil. Sürekli kanıtlıyor kendini.
foto: Flickr

14 Ocak 2010 Perşembe

Eski fotoğraflar nereye gider?

Bir sürü fotoğraf birikir insan yaşamında. Yanında bir sürü anıyla birlikte... Düğünler, bayramlar seyranlar, mezuniyet baloları, okuma bayramları... Ve sıradan günler. Gülümsemeler, hüzünler, buruk bakanlar, güzel çıkanlar, hiç bize benzemeyenler....
Yığılır da yığılırlar... Bazen albümlerde, bazen kutularda, bazen sandıklarda. Günümüz teknolojisine ayak uyduran için CD'lerde...
Gün olur devran döner. Yaşam biter. Fotoğraflar kalır. Yeni nesil yoksa peşinden gelen, ya da birkaç nesil geçtiyse üstünden nereye gider bu fotoğraflar? Hani bir sahafın önünden geçersiniz de, gözünüz takılır. Greta Garbo gibi bir kadın görürsünüz, hükümet gibi kadınmış dersiniz. Kim bilir neler yaşamıştı, nelere üzülmüştü, nelere sevinmişti? Ya da aşık olmuş muydu hiç? Sevdiğine kavuşmuş muydu? Çocuğu olmuş muydu? Ya onlara ne olmuştu? Bu fotoğraf buralara nasıl gelmişti?
Buralara kadar geldiyse, cümle alemin gözü önüne, söylemek istediği bir şeyler mi vardı acaba yaşayıp gidenlere?

10 Ocak 2010 Pazar

Her şey şu an oluyor.

Şu an tuşlara dokunuyorsun... Tam şu an belki ayakkabını bağlıyorsun. Belki bir toplantıdasın. Belki de sevdiğinle başbaşa bir yemektesin. Çocuğuna masal okuyorsun kim bilir... Ya da bir ketçabın tam da belinden sıkmaktasın. Arkadaşının sorununu dinliyorsun. Belki de vapurda, dalgalara karşı durmuşsun. Şu an! Her şey şu anda... Ne yaparsan yap, o ana hakkını vermelisin. Aklın türlü farklı şeyle dolu şu anı yaşıyorsan, aslında yaşamıyorsun demektir. Dinlediğini aslında dinlemediğini, bir saniye önce yaptığını bilinçsizce yaptığını, baktığın dalgaları aslında görmediğini hiç fark ettin mi? Fark etmelisin, hissetmelisin ve bilmelisin. O an için şükretmelisin. Çünkü sen anlarını kutsadıkça, onlar da sana eli kolu dolu gelir, anlam getirirler. Ne gelmiş, ne gelecek... Yana yana da önünden, arkasından baksan...
Şu andan başkası yalan...

foto:fotokritik

6 Ocak 2010 Çarşamba

Misyonunu tamamlamış arkadaşlar...

Bazen yavaş yavaş çıkarlar yaşamımızdan... Usul usul, alıştıra alıştıra. Giderek uzaklaştığını ya da uzaklaştığınızı hissedersiniz. Farklılaşmaya başlamıştır 'yol'unuz.
Bazen de bıçak gibi kesilir ilişkiniz. Çok sarsıcı, kırıcı ya da geri dönüşü olmayan bir olayla...
Kimi kez yaşamınızın en 'can alıcı' zamanında uğrar hayatınıza, bir iki çift laf eder, o dönemi kolaylaştırırlar farkında bile olmadan. Mesela babanız yoğun bakıma girmeden birkaç gün önce, daha ortada böyle bir durum yokken bir kitap okumanızı önerirler. Okursunuz ve zihninizde açılan yeni pencere sayesinde bu durumu daha kolay kaldırabilirsiniz, önceki sizden...
Ya da siz incir çekirdeğini bile doldurmamış bir şey yaparsınız, arkadaşınız tarafından 'affedilmeyenler' kategorisine alınırsınız, döner arkasını rap rap diye gider. Geriye koridordaki ayak seslerinin yankısı kalır.
Sebepsiz gibi görünür o an size. Oysa her şeyin bir sebebi vardır elbet. O an için göremesek de... Verilecek ders verilmiş, paylaşılacak an paylaşılmış, tutulacak el tutulmuş, açılacak kapı açılmıştır. Bazen devam ettirmek için elinizden geleni yaparsınız, ama yolcudur Abbas, bağlasan durmaz. İlahi plan işlemiş, görünmeyen boyutta eller sıkışılıp vedalaşılmıştır aslında...
Misyon tamamlanmıştır...

foto buradan