9 Kasım 2010 Salı

İlerlemek...



Bu yolu seçtiğinde,
o yoldan döndürmek isteyen çok olur.
Kimi sınamak için yoldan çıkıp çıkmayacağını
kurcalar, çomak sokar.
Kimi seni büyütme misyonunu üstlenmiştir.
Kimi kötülükle, kimi iyilikle öğretir.
Aydınlanma yolunda bazen en büyük ivme negatif olanla gelir.
Yok dersin, o doğruysa yanlış ben miyim?
Yolundan şüpheye düşersin.
Ama yaşadıklarının bir üst basamak için uzatılmış bir köprü
olduğunu anlarsın sonunda.
Bir süre dingin kalırsan gelişim yolunda, yerinde saymaya başlarsın.
Çünkü durgun suda yelken açılmaz yeni ufuklara.

21 Eylül 2010 Salı

Ağlamak da hayata dahil



Bir mevsim boyu biriken, kurak topraklarda kuruyan yaşlar göz pınarlarına indi.
Kötü değil ama bu...
Çözülme, çözme...
Tıkanıp kalan duyular, bulaşık teli gibi karışık duygular
çözülüp süzülüyor...
Kalp de, ruh da yıkanıyor.
Bazen kırgınlıktan, bazen kızgınlıktan
boğazını tıkayan hisler,
yol buluyor dış dünyaya.
Haykırmak istercesine...
Duy beni diyor... Duyulmak istiyor.
Ağlamak güzeldir çünkü...
Ağlamak da hayata dahil.


17 Eylül 2010 Cuma

Yollara düşmek...

Atlamışsın direksiyona,
kulaklarında yolculuklara en yakışan şu ses...
Ne kavurucu sıcak var,
ne de üşüten zemheri...
Nefis bir esinti geliyor açık camdan...
Limonata tadında...
Saçlarının her telini okşuyor,
yaramazca uçmaları için üflüyor yandan yandan...
İçin hem kıpır kıpır,
hem de dingin.
Nasıl güzel bir kombinasyonsa...
Huzurlu olup, enerjinin yüksek olması demek bu...
Yollara düşmek...
Ne güzel olurdu şimdi...

14 Eylül 2010 Salı

Bilmece



Bazen coşar, kabarır, taşar...
Bazen gel-gitleri insanı yorar, bunaltır.
Üstünde yol alırken, bazen tutar adamı...
Bazen dinginliktir, huzur verir.
Öyle zamanlarda sadece ona bakmak bile insanı dinlendirir.
İyi bakarsan, mis kokar, durudur, mutluluktur.
Çöp gibi kullanırsan, kokusu burnunun direğini kırar.
Zenginliktir, besler insanın ruhunu.
Engindir her gün yeniden keşfedilebilir.
Huyunu alınca ayak uydurursun,
Biraz kurtluysan kaçar kurtulursun.
3 harflidir, yaşamımızda ya zehirdir, ya panzehir.
Bilin bakalım bu nedir?

7 Eylül 2010 Salı

"Sınır"sız...



Hep sınırları aşmak, sınır tanımamak
çok olumlu bir kavram olarak
çıkar karşımıza...
Kişisel gelişim guruları öğütler:
"Yıkın sınırları... Sınır diye bişey yok... Hiçbir şey sizi engelleyemez."

Ya günlük yaşamınızın içindeki
sizin sınırlarınızı talan eden,
kendi çitleri içinde duramayıp,
sizin bahçenizde cirit atanlar ne olacak?

Onlar zaten çoktan bu sınırsız yaşamın
kulvarlarında koşmaktalar...
Dur desen de aslında çok haklı olduklarına inandıklarından
suçlu bile çıkabilirsin sonuçta...

Tamam yaşam sizin oyun alanınız.
Ama lütfen kendi kulvarınız içinde kalmaya çalışın.
Zor olacak biliyorum ama...

11 Ağustos 2010 Çarşamba

İlahi zamanlama


Bir tohum bile açmıyor günü gelmeden...
Bir meyve düşmüyor dalından olgunlaşmadan.
Kendimizi ne kadar yırtsak
günü gelmediyse olduramıyoruz bir şeyi.
İlahi saat çalmadıysa eğer,
ne bebek düşüyor rahme,
ne kiralık ev bulabiliyorsun,
ne satın alabiliyorsun,
ne iş kurabiliyorsun...

Ama bir de zamanı geldiyse
ordu gelse, Çin seddi önüne dikilse
hiçbir şey durduramaz seni...
Bir kez daha kulağım kapıda...
İlahi zamanlamada.

10 Ağustos 2010 Salı

Sen de mi seviyorsun eleştirmeyi?


Herkes, her şeyi eleştiriyor etrafta.
Salına salına...
Birinin yürüyüşünü, birinin konuşmasını,
birinin ağzını, birinin burnunu...
Kimse çantasını açıp, aynasını çıkartmıyor içinden...
Vıcır vıcır eleştiriyorlar.
İçlerinden gelen özeleştiriyi duymamak için olabilir mi acaba?
Acaba kendini duymamak isteyenler midir daha 'noktasız' konuşanlar...
Herkes ben bu yollardan çoktan geçtim deme telaşında...

Hatta bloglarda...
Ben onları yıllar önce yazmıştım..
Aman o da yazılır mıymış havası.
'Diğerleri'ni sıradanlaştırma çabası.

Eleştirmeden önce hoşgörmeyi denesek,
olmuyorsa özümüze, içimizdeki sese kulak versek..
Belki eleştirimizin kaynağı oradadır kim bilir?

29 Temmuz 2010 Perşembe

Hepimiz 3 kişiyiz...


Olduğumuz, olduğumuzu sandığımız ve
başkalarının kafasındaki algımız...
Birileri sizi etiketliyor,
birileri kendilerinde olanı size yansıtıyor,
birileri sizi bir kalıba sokuyor,
ya da siz belki de içinde olduğunuz
kalıbın farkına varmıyorsunuz.
3 kişi BİR olduğunda herhalde
sorunu ya da soruyu çözüyorsunuz...

22 Temmuz 2010 Perşembe

Yol


Bir söz var çok sevdiğim
"Hayatta iki seçeneğin var;
ya bir yol bulacaksın,
ya da bir yol yapacaksın."

Kapana kısıldığını hissettiğinde,
nefesin kesildiğinde,
başka seçenek yok mu diye kendine sorduğunda
hatırla...
Kimler ne yollardan geçti, ne yollar buldu, ne yollar yaptı sıfırdan.
Hatırla!

20 Temmuz 2010 Salı

Beyaz



Önce beyaz vardı.
Her şeyin öncesinde.
Tertemiz, hep yeniden başlarcasına...
Hep yeniden bulmak için.
Gökkuşağının tüm renkleri doluştular yerlerini alabilmek,
bir yaşama tanık olmak için.
Hiç dokunulmamış, daha önce hiç düşünülmemiş.
Kendi imzasını atabilmek için yaşamın renklerine
geldi insanlar.
Beyaz bir sayfayı kendileriyle doldurmaya...
Beyazın en iyi yaptığı iş
yaşamın renklerini yansıtmak değil miydi zaten?

16 Temmuz 2010 Cuma

Tepki dediğin saatli bomba


Hiç düşündün mü kaç tepkini attın içine bir zamanlar,
sustun, yuttun, sineye çektin?
Sorun çıkmasın, kimse üzülmesin dedin.
Büyüttün, biriktirdin attığın yerde...
Bir gün son damlanın damladığı o hırçın saniyede,
boşalttın hepsini, bulduğun yere...
Oysa tepki zamanında verilmeli...
Gerçek şiddetinde olabilmesi,
abartılmaması, gereğinden fazla anlam yüklenmemesi için...
Düşünmeden, kırıp döküp yıkarak değil elbette.
Ama hissettiğini, empati kurulmasını sağlayacak kadar yansıtarak.
Bugün okudum bir yerde, pasif kalmalar agresif olmaları getiriyormuş beraberinde.
Yani ya tepkisiz kalarak, iç cebimizde bir saatli bomba taşırız,
ya da tam tepki vermemiz gerektiğinde
müdahale eder, bombayı etkisiz hale getiririz.
Tercih her zaman olduğu gibi bizim.
foto:canvaz.com

2 Temmuz 2010 Cuma

Yazmak şifadır...


Çıkart kınından kelimeleri...
Simsiyah keskin bıçaklar gibi batır beyaz kağıda...
Bir cerahatın akması gibi açılsın yaraların.
Akıt içini, boşalsın iltihabın.
Yazdıkça kelimelerin şifa getirdiğini göreceksin.
Kaleminin dokunduğu her
yara irinlerinden temizlenecek.
Bir gün geri döndüğünde
hiçbir iz kalmadığına şaşıracaksın içten içten.
Çünkü yazmak şifadır.
Şifalıdır yazdıkların...

1 Temmuz 2010 Perşembe

Kızmayın...


Kızmayın hiçbir şeye... Hiçbir faniye...
Hiçbir düzene, düzensizliğe.
Düşünce ya da düşüncesizliğe.
Vara ya da yoğa...
Hiçbir şey kalıcı değil.
Hiçbir durum, hiçbir kimse.
Bir an... Her şey sadece şu an.
Hayattayken, hayat varken,
böyle olduğunu kabul edin sadece.
Bulutların geçişi gibi,
her kızgınlığın geçeceğini bilin.
Ama kızarken kaybettiğiniz anların bir daha gelmeyeceğini de unutmayın.
Kabul edin sadece.
Sevmek zorunda değilsiniz.
Kabul edin...
Ve şükredin, şu an hayattaysanız, nefes alıyorsanız...
Kötü bir haber aldığınız bir günü düşünün,
kızdığınız her şeyin ne kadar anlamsız geldiğini
hatırlıyor musunuz?
Şükredin, iyi gününüze...
Şükredin...

11 Haziran 2010 Cuma

Ah siz...


Niye kapatıyorsunuz bütün kapıları?
İletişim kurulmasını istemiyorsunuz kendinizle.
Soğuksunuz, uzaksınız, zırhlı.
Belli sevgisiz geçmiş çocukluğunuz.
Hırsla bakıyorsunuz hayata, etrafa.
Acıttıkça hayata tutunuyorsunuz.
Ya da acıtmaya tutundukça,
acıtıyorsunuz kendinizi.
Kelimelerinizi sakınmıyorsunuz,
süzmüyorsunuz şefkat süzgecinde.
Aslında bunca öfkenizin arkasındaki
titreyen, küçük çocukları görmek mümkün dikkatli bakınca.
Çünkü öfke, korkudan doğar.
Korkudan sebep palazlanır.
Kısırdöngünüzü kırmanız zor tabii.
Kırmaya, yıkmaya, direnmeye, uzlaşmamaya
programlı beden.
Ah bir delebilsek alışkanlıklarla kabuklaşmış çelik yeleklerinizi...
Sizi bütün dünyadan korurken, içeri sevginin de giremediği.
O zaman görürdünüz. Aslında size karşı olanın bütün dünya olmadığını,
yalnızca kendinizle savaştığınızı her gün anlardınız.
Ah siz, büyümüş ama hala şefkatsizlikten kara kuru kalmış
sizler, ne olurdu kendinizi yok etmeden önce,
şöyle bir aynaya bakabilseydiniz...
En karanlık yerde bile ışığın girebileceği bir çatlak bulunur demiş üstad Cohen,
belki aynada o ışığı siz de görürsünüz.

3 Haziran 2010 Perşembe

İp ve kuyu


"Hiçbir kuyu ipinizden daha derin değildir."
yazmış Üstün Dökmen...
Yani ne söylersen söyle, karşındakinin anladığı kadarsın demenin başka bir yolu.
Anlaşılmamak mı daha kötü, yoksa yanlış anlaşılmak mı?
Yoksa bunu çok fazla kafaya takmak mı?
Neden bu kadar önemser insan karşısındakinin kafasındakini?
Aslında kendisini çok fazla önemsediğinden mi?
Yoksa anlaşılmamanın sonuçları er geç elinde patlayacağından mı?
O zaman ipimiz kadar kuyu dileyelim hayattan,
ya da kuyumuz kadar ip.

foto:fotocommunity.com



17 Mayıs 2010 Pazartesi

Zorunluluklar


Bir şeyi zorunluluktan ya da severek yaptığımızda nasıl da farklı bir aurası olur o fiilin.
Severek yaptığımız her eylemimize çok hoş, yumuşacık bir enerji yayılır.
Sesimize, bakışımıza, hal ve tavırlarımıza...
Aksi gibi, ne çok zorunluluk var yaşamımızda...
Ayıp olmasınlarla geçiyor ömür.
İki seçenek görüyorum bu durumla başa çıkmak için:
Ya zorunluluklara meydan okuyup, ıssız bir adaya gitmek,
ya da zorunluluk kaçınılmazsa zevk almaya çalışmak...

14 Mayıs 2010 Cuma

En sevdiğim an



Hani PMS sıkıntısı gibi,
kara bir bulut çöker önce.
Mengene gibi sıkıştırır içten içten.
Yürek bir sıkılır, bir sıkılır
sanki bir tık daha sıkılsa dışarı fışkıracak gibi.
Kendini nereye atacağını şaşırırsın,
hangi sayfayı okusam da biraz kafam dağılsa diye bakınırsın.
Birden nasıl olursa bir hafiflik gelir,
bir adamsendecilik, bir aman be boşvercilik.
Mengeneler gevşer, yürek serbest kalır.
Bulutların arasından ışık gösterir kendini.
Tüy kadar hafifleşir ya ruh.
İşte o anları çok seviyorum.


12 Mayıs 2010 Çarşamba

İrade insana mahsus


Hiç nefis bir av karşısında, bu çok kalorili yemeyeyim diyen bir aslan gördünüz mü?
Ya da duydunuz mu,
çitin öte yanındaki koyunu beğenip de, aman o başkasının deyip,
uzak duran bir koç?
Dün akşam yemeği çok kaçırmışım diyerek
üstünde durduğu yaprağı kemirmeyen bir tırtıl?
Yazık günah diye yakaladığı balığı denize geri atan bir martı?
İrade insana mahsus... Durabilmek, seçebilmek, vazgeçebilmek, karşı koyabilmek...
Eğer insanlığın nimetlerinden dibine kadar yararlanıyor,
yeri geliyor insan hakları için ayaklanabiliyorsak,
irade de biz insanlar için...
Bu bizim doğamızda var diyen maskülen söylemler
insanlığın getirdiği diğer farklardan da vazgeçmeye hazırlar mı acaba?
Ama asıl söylemek istediğim,
iradenin kullanılıp kullanılmaması tamamen kişiyi ilgilendiren bir şey,
ya da çevresindeki birkaç kişiyi.
Özgür irade, böyle bir şey...
İradesini, seçimini bir tarafa yapar kişi ve gerisi sadece onu ilgilendirir.
Yani diyeti bozup, pastayı yemeye karar verdiyse bu onun sorunudur.
Ya da çitin öte yanındaki koyunu gözüne kestirdiyse
bu evdeki koyunu bağlar.
Bütün milleti değil...



Oyuncak zaferler


Bir laf okumuştum bir zamanlar bir yerde,
'haklı olmak değil, mutlu olmak önemli' diye.
Kendi fikrini ya da mazlumluğunu
dayatmışsan, görünüşte kazanmışsan,
ama eğer huzursuzsan, kazanmak seni mutlu edemiyorsa
zafer değildir kazandığın.
Bazen esnek olmak kazandırır.
Esnek bir ağaç fırtınada sağa sola yatsa da,
kırılmaz kuru bir dal gibi.
Zafer kazanmak mutlu etmelidir.
Mutsuz eden zaferleri
biriktirseniz, bir sandık dolusu edinseniz
ne işinize yarar?


11 Mayıs 2010 Salı

Küçük şeyler

Hep küçük şeyler bizi usandıran
Küçük şeyler bizi utandıran
Hep küçük şeyler küçük şeyler bizi yarıştıran
Küçük şeyler bizi uzlaştıran
Küçük şeyler hepsi de küçücük şeyler
Bizi yönlendiren, sevindiren, düşündüren...
Bülent Ortaçgil şarkısı var kulağımda... Küçük şeyler, büyük farklar yaratır. Farkındalıklar... Bakış açınızı değiştirir. Ama acaba küçük şeyleri yapmak, küçük şeyleri halletmek, küçük şeylerle mutlu etmek, sevindirmek, küçük farklar yaratmak daha mı zordur bazılarına... Çünkü anlaşılmaz geliyor, bu kadar küçük ve basit görünen neden yapılmaz, neden yapılmak istenmez, neden düşünülmez...

7 Mayıs 2010 Cuma

makbul ve maktul


Zaman zaman yol ayrımları çıkar karşımıza.
Çatal ucu gibi ayrılır seçenekler.
En "makbul" görünen yolu seçtiğimizde
kaç farklı olasılık "maktul" olmuştur ellerimizde.



3 Mayıs 2010 Pazartesi

Sessizce konuşmak


Genç bir çiftin önünden geçiyorum. Kız yüzünü asıyor.
-En sevmediğim şey diyor, ama belli ki ne olduğunu söylemiyor.
Çocuk diyor ki ne yaptığımı bir bilsem, anlamadım ki...
Kız uzaklara doğru bir şey söylemeden bakmaya devam ediyor.
Çocuk da anlamamaya.
Ne kadar çok yaşanan bir sahne değil mi?
Kadın susarak, çığlık atmaya çalışır.
Karşıdaki, sevdiği kendisini hiç konuşmadan anlasın ister.
Erkek, doğru izde olup olmadığını kestiremediği için varsayımlarını bile söyleyemez.
Böyle böyle büyürler.
Biri söylemez, biri bilmez.

29 Nisan 2010 Perşembe

Ona gülümse


Ona gülümsemeyi unutuyor musun gün boyu? Oysa sana ondan daha yakın var mı?
Seni daha iyi tanıyan?
Üstelik o, nasıl da içten karşılık verir sana.
Ve gülmek, gülümsemek bulaşıcıdır.
Gününe bulaşır. Bütün gününe izler taşır.
Kimden mi bahsediyorum? Hani sabah ilk iş gidiyor, yüzünü yıkarken kafanı kaldırdığında
orada buluyorsun ya, ondan bahsediyorum.
Bu sabah aynaya gülümsedim, banyodan çıkmadan evvel.
Nice zamandır, unutmuşum, fırsat bulamıyormuşum.
Delilik falan değil, kendinize yapacağınız gayet de akıllıca bir iyilik üstelik.
Aynaya gülümseyin, çekinmeyin, kimse görmez, deli falan da diyemez.

28 Nisan 2010 Çarşamba

Yalnız çocuklar

foto:flickr

En zoru hangisi? Uğradıkları, adını bile belki daha önce duymadıkları 'taciz' mi? Yoksa vücutlarından daha çok ruhlarını acıtan bu olay yaşandıktan sonra en sevdiklerinin onlara sahip çıkmaması mı? Siirt'teki çocukların yaşadıkları travmayı yaşatanları, onların vücutlarından daha çok 'ruhlarına tecavüz edenleri' onlar adına hiç kimse affedemez. Biz aramızda hallettik bitti, konuyu kapadık diyemez hiç kimse... Kim verdi onların bedenlerinin tapusunu size?
Çocuklar size emanet olarak verilmişti, siz emanate hıyanet ettiniz.

27 Nisan 2010 Salı

Zincirleri çözmek


Biraz kendinle baş başa kalmak, biraz içine çekilmek,
belki meditasyon niyetine bişeyler yapmak istediğinde
evin bir yerlerinde çekmeceleri bekleyen kolyelerini koy önüne...
Birbirine dolanmış, düğüm olmuş zincirleri çözmeye koyul.
Küçücük küçücük düğümlerden herbiri çözüldükçe
hem zihin dağılır, hem de içindeki düğümler de çözülür belki
kim bilir...

22 Nisan 2010 Perşembe

Boşluğu ne doldurur...


Dünyanın bütün içkileri,
bütün pastaları,
bütün sigaraları,
bütün saçmalıkları
dolduramaz
insanın içinde bir yerlerde bir boşluk kaldıysa...



Uyanık geçinen, aslında nasıl da derin uykuda bir bilse...


İç barışını sağlamak mümkün mü,
"uyanıklık" sınırında yaşadığında.
Başkasını solladığını, kendi işini ona buna yamadığını,
kuyruktan sıra çaldığını, herkesin uyduğu kuralı
toka diye takmadığını, dikbaşlı kisvesinde, sorumluluğunu başından attığını
bildiğinde... Gün gelip de rahat uyuman mümkün mü?
Bugün derin uykuda olup da farkında olamayan,
yarın uykusuz kalacak olan değil midir aslında?

Pusuda bekleyen


Karşındakini suçlu ilan etmek için pusuda bekleyen...
Sözlerin namlusunu bana döndürmek için an kolluyorsun sanki.
Misilleme için gün sayıyorsun.
Sanki dudaklarımı açmamı bekliyorsun,
işte yakaladım demek için.
Küsüyorsun.
Altta kalmamak sanıyorsun,
hayatın sihrini.
Peki buyur burdan yak o zaman.
Ne yapalım.


13 Mart 2010 Cumartesi

uyum bu mu?


Uyum,
şikayet edenle şikayet etmek,
asabi kişiliğe asabi olmak,
karamsarın suyuna gitmek,
sesi sert çıkana anlayacağı dilden konuşmak,
tembelin yapabileceği kadarla yetinmek,
egosu yüksek olana şapka çıkartmak,
kapasitesi düşük olanın bahanelerini dinlemek
Mİ?
Eğer öyleyse yazık kendimize harcadığımız emeğe.
Yıllardır aldığımız yola.
Ehlileştirdiğimiz yılkı atlarımıza.




10 Mart 2010 Çarşamba

Çember


Ya içindesindir çemberin, ya da dışında yer alacaksın.
Kendin içindeyken, kafan dışındaysa...
Çaresi yok kardeşim.
Her akşam böyle içip kederlenip
Mutsuz olacaksın.
Şiirlerle şarkılarla
kendini avutacaksın.
Ya içindesindir çemberin,
ya da dışında yer alacaksın.
Ne güzel demişsin Mungan.
Ne güzel demişsin.

17 Şubat 2010 Çarşamba

Deneyim neymiş?


Deneyim her zaman iki artı ikinin
4 demek olmadığını öğrenmekmiş.
Deneyim çok havalı kıyafetleriyle
görüşmeye gelen birinin,
yetenekli olduğu anlamına gelmediğini keşfetmekmiş.
Deneyim, kelle hesabıyla değil
çalışma kalitesiyle değerlendirmenin önemini görmekmiş.
Deneyim, iyi olmanın her zaman adil olmak
demek olmadığını öğrenmekmiş.
Deneyim, ancak hak edene hak ettiğini vererek adil olabileceğini çözmekmiş.
Deneyim 'herkes'e eşit değer vermenin
aslında herkesi değersiz yaptığını bilmekmiş.
Deneyim, yeteneği olmayana acıtmadan söylemeyi öğrenmekmiş.
Deneyim, meme almak için illa ağlamak gerekmesine isyan etmekmiş.
Deneyim hiç bitmeyen bir öğrencilikmiş.



12 Şubat 2010 Cuma

ALTERNATİF YAŞAMLAR


"Başlangıçta birçok seçenek vardı ve
ben yazgımın belli olduğuna inanarak hepsini harcadım."

Bu cümle geçen gün bitirdiğim kitabın final sayfasından.
Ne kadar düşündürücü. Ne kadar gerçek.
Bir nehrin sularında akıp giderken,
nehrin yatağının yönünü değiştirebilir miyiz diye düşünüyorum
şu sıralar sık sık.
Bu konuyu düşündükçe de, her yerden mesajlar yağmaya devam ediyor.
Mesela Flashforward'da "Alternatif seçimlerimiz başka bir boyutta yaşanıyor." diyor birisi.
Ya da Lost'ta bütün takım, başka bir seçimi deneyimliyorlar bilmeden...
Öbür seçenekleri ve sonuçlarını.

Başka bir seçim, ama ne?
Daha açık yanıtlar duymak için kulaklarımı ve antenlerimi dört açıyorum.
Yoksa mesajlar geliyor da duymuyor muyum?
Daha cesur olmalıyım, belki daha maceracı...
Alternatif seçimlerim neler olabilir merak ediyorum.
Bir başka boyutta yaşanıyorlar mı yoksa?